Kuşatılmış Birey
George Orwell, yüzyılın başlarında yazdığı bilim-kurgu romanı “1984”te; bütün yaşamımızın‘BüyükBirader’ (Big Brother) tarafından gözleneceği; onun haberi, izni olmadan‘yaprak kımıldamayacağı’nı anlatır.George Orwell’in öngörüleri, iletişim ve bilgisayar teknolojisi ile çoktan aşıldı. Şu anda kaç tane ‘BüyükBirader’imizin olduğunu kimse bilmiyor.Dünyamızı saran ve bütün canlı organizmalar için gerekli olan atmosfer tabakaları milyonlarca kez delinerek kirletildi. İnsanlar, birbirlerinin silâhlarını, özel hayatlarını, ekonomik zenginliklerini öğrenmek, bilmek; onlara uygulayacakları politikaları ve stratejileri belirlemek için uzayı uydulardan oluşan bir çöplüğe çevirdiler.
Sonunda yapılandırılmış, her ayrıntısı düzenlenmiş verili bir dünyamız ve hayatlarımız oldu. Hiçbir şey için kafa yormaya, bir şey üretmeye gerek kalmadı. Her istediğimiz bir düğmenin ucunda ya da bir dokunmalık uzaklıkta. Bugün büyük kentlerde, yalnız yaşayan insanlar çoğalmaktadır.Teknolojinin sağladığı makinalarla, kimseyle konuşmadan, çoğu zaman kimseden yardım istemeden hayatını sürdürüyor insanlar.Bir markete girdiğinizde hiç kimseye bir şey sormadan ve danışmadan alış veriş yapıp kasaya kadar gelebilirsiniz.Burada da kartınızı uzatıp hesabı ödeyip çıkabilirsiniz. Hatta alışveriş yapmak için marketlere gitmenize bile gerek yok. Bunu evinizde ekran başında da yapabilirsiniz. Kentin kalabalık bir alanında ya da çarşısında saatlerce dolaşıp bir tanıdık yüz göremediğimiz anlar oluyor. Böylece birey giderek kuşatılıp yalnızlaşıyor. Kimileri buna gelişmişlik diyor, uygarlık diyor. Bu araçları, verili, programlı hayatı ne kadar yaşarsa ya da ne kadar kullanırsa o kadar insan, o kadar uygar ve daha da kötüsü o kadar rahat edeceğini düşünüyor. Tanıdığım birisi geçen gün anlatıyordu:“Yeni taşındığımız ev çok rahat; markete, bankaya, okula çok yakın, ulaşımı çok kolay.” Yani beni yöneten, ihtiyaçlarımla ilgili bana nerelere gidip, neleri almam gerektiğini söyleyen yerler var. Parayı nasıl kullanacağım konusunda da kafa yormama gerek yok. Onu benim yerime bankalar yapıyor. Bütün bankalar, insanların para konusundaki kararlarıyla ilgili sonsuz seçenekler ve kolaylıklar(!) sunuyorlar.“Paranızı bize yatırın, biz her şeyi çözümleriz, sizin yerinize her şeyi yaparız!” Yani bize karar verme gücünüzü, yeteneğinizi, beğenilerinizi; kısacası özgürlüğünüzü verin demek istiyorlar. İnsanlar bu çekici vaatlere dayanamayıp ‘kendilerini teslim ediyorlar.’ Artık insanlar hayatlarını sürdürmek için hiçbir becerilerini, yeteneklerini ve yaratıcılıklarını kullanmıyorlar; çünkü buna gereksinim duymuyorlar.Bütün her şey onlar için önceden düzenlenmiş, tasarlanmış ve üretilmiş. Bireyin bütün yapacağı tek iş, seçmek.Hatta seçmesine bile gerek yok.Siz sadece onay verin, seçme işini de (kuşkusuz sizin için en iyi olanını) onlar yapsın.Üstelik bunu yapması için kişinin çoğu kez‘kılını kıpırdatmasına’ bile gerek yoktur.Bu işi telefonla, internet’le ya da katalogla çözümlemek olası. İnsanlar bu rahatlığa(!) çabucak alışıp, bunu benimsiyor, kabulleniyor ve daha da kötüsü bir yaşam biçimine dönüştürüyorlar.Yitirdikleri şeyler pahasına bu kolaylıklara(!), gelişmişliğe(!), kolayca teslim oluyorlar.
Peki verili dünya bize bunları sunarken, bedel olarak ne alıyor bizden?İnsan olmayla getirdiğimiz(genetik donanımımız) özellikler; özgürlüğümüz, yaratıcılığımız, mizah duygumuz, sevgi, sevme, aşk duygumuz ve daha birçok özelliğimiz verili dünya tarafından teslim alınıp, değişime, dönüşüme uğratılıyor ve sonuçta onun yönetimine giriyor.
Bu yeni yaşama biçimine çocuklar açısından bakarsak neler görüyoruz? Elektronik ağlarla örülmüş bu sanal dünyada çocuklar neler yapıyorlar?Onların da oynayacakları, doğayı tanıyacakları, keşifler yapacakları; boş alanlar, yabanıl kırlar, boş sokaklar, bahçeler yok artık.Ya da çok az ve giderek yok oluyorlar. Buna koşut olarak verili dünya, tüketim sistemi yeni ama kısıtlı, kendi kontrolünde, çocukların vakit geçireceği mekânlar açıyoruz. Ruhsuz, plâstik oyuncaklarla dolu parklar, elektronik oyun araçlarının sıralandığı oyun salonları, son yıllarda sayıları hızla artan internet cafeler.Çocuklar ve gençler buralara gidip, sanal dünyada kayboluyorlar.Böylece yetişkinler çocukların günümüzde daha çok olanaklara kavuştuklarını ve daha rahat yaşadıklarını düşünüyorlar.O zaman çocukların daha mutlu olması gerekiyor. Şöyle bir etrafımıza bakarsak bunun böyle olmadığını kolaylıkla görebiliriz.Elbette çocuğun sorunlu ve mutsuz olmasına neden olan yüzlerce durum bulunmaktadır.Ama yaşadığımız şu sanal kuşatılmışlığın da bunda hatırı sayılı bir payı var.Etrafınıza bakın; birçok canı sıkılan, ne yapacağını bilemez durumdaki çocuklar, anne babalarıyla iletişim çatışmalarına giriyorlar. Ebeveynlere göre çocuklar çoğu zaman haksız yere yakınıyorlar. Bir sürü olanakları var.Dünyanın oyuncağı alınıp, çoğuyla kısa bir süre oynanıp ’bir köşeye’ atılıyor.Gerçekte de; evler birer oyuncak mezarlığına dönüşmüş durumda. Üretilen oyuncaklar çocuklara sınırlı bir dünya sunmaktadır.İşlevleri çalışmalarıyla sınırlıdır. Çocuğun hayal ettiği birçok işi yapamamaktadır.Çünkü bütün bu mekanik, elektronik oyuncakları çocuklar üretmemiştir. Fabrikaların ürettiği oyuncaklar bir örnek ve verilidir. Yaptığı işler elektronik ya da mekanik sistemiyle sınırlıdır.Bu yüzden çocukların bunlara yüklediği işlev ve yaratıcılık sınırlıdır, çok azdır.Onun için de üretilen oyuncakların ömürleri çok kısadır.Çocukların üretmediği oyuncaklar ve oyun araçlarının çocuklara çok yararı yoktur.Anne babaların da çocuklarına oyuncak alma yerine, bunları kendilerinin üretmesine fırsat vermeleri daha yararlı olacaktır. Hatta bu fırsatlar, olanaklar olmasa bile, çocuklar bunu kendileri yaratabilirler.
WalterBenjamin şöyle söylüyor:“Kılı kırk yararak, çocuklara faydalı olacak nesnelerin -öğretici araçlar, oyuncak ya da kitapların- yapımı üstünde kafa yormak akıl kârı değildir.Aydınlanmadan beri eğiticilerin en iç karartıcı akıl yürütmelerine temel olmuş bir alandır bu. Gözlerinin psikolojiden başka bir şey görmez olması yeryüzünün çocuk dikkatine ve uğraşına yatkın nesnelerin en eşsizleriyle dolu olduğunu fark etmelerine engel olmaktadır.En dolaysızlarıyla. Çünkü çocuklar, kendilerine özgün bir biçimde, her çeşit işin yapıldığı, nesneler üzerinde gözle görülür biçimde eylemde bulunulan yerlere uğrama eğilimindedir.İnşaat, bahçe ya da ev işlerinden, dikişten ya da marangozluktan kalan artıklar karşı konmaz biçimde çeker onları… Artıklarla yetişkinlerin eserlerini yeniden yaratmaktan çok, bambaşka türden maddeleri, bunlardan oyun sırasında oluşturdukları şeyler sayesinde, birbirlerine karşı yeni, apayrı bir ilişki içine sokarlar.Çocuklar böylece kendi kendilerine, kendilerinin olan bir nesneler dünyası elde ederler, büyüğünün içinde bir küçük dünya.”(2)
Kendi nesneler dünyasını ve kendine özgü ‘küçük dünyalar’ı yaratamayan çocuklar ne yapacağını bilemiyor. Çünkü çocuklar yaratacakları ve kuracakları dünyalarının deyim yerindeyse coğrafyalarını hızla kaybediyorlar. Özellikle büyük kentlerde böyle boş (!) alanlar hemen hemen yok gibi. Top oynadığımız alanlar, küçük coğrafya keşifleri yaptığımız kırlar, kendimize sığınaklar, koruganlar yarattığımız gizli köşeler -terk edilmiş evler, izbe bahçeler- hepsi kayboldu. Bu açıdan bakarsak; hâlâ bozulmamış yerleşim alanları ve kırsal yörelerde oturan çocuklar şimdilik şanslılar. İşte bu boşluğu tüketim dünyası doldurmaktadır.Bir arkadaşım anlatıyor:“Oğlum arkadaşlarıyla buluşmak için sözleşmişti. Bana yakınıyordu:‘Anne arkadaşlarımla Alsancak’ta buluşacağız.Ne yapacağımızı bilmiyoruz.’ Benden bir umar arıyordu.”Hâlâ verili dünyaya tam teslim olmamış çocuklarımız bile; bu sistemin dışına çıkarak kendi kararlarını alamıyorlar, kendi programlarını yapamıyorlar, kendi oyunlarını, kendi oyuncaklarını üretemiyorlar ve sonunda kendi dünyalarını kuramıyorlar. Yetişkinler kendi çocukluklarını hatırlasınlar:Her çocuk ya da grup kendi oyununu kurar, kendi oyuncağını ya yeniden üretir ya da eşyalara başka anlamlar ve işlevler yükleyerek oyuncaklar çoğaltırdık. Bütün bunlar yapılırken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorduk.Anımsayın; hangimiz azar işitmeden eve giriyorduk.
Demek ki verili, kuşatılmış, programlanmış bir dünyada ilk önce yaratıcılık yok edilmektedir.‘Senin hiçbir şey yaratmana gerek yok.’ diyor tüketim toplumunu yaratmaya çalışanlar. ‘Ben senin için seri üretim yapıyorum; işte seç, beğen al!Evlerimiz birer elektronik, plâstik oyuncak mezarlığı. Aldığımız, bir sürü para harcadığımız onca oyuncakla ne kadar süre oynadı çocuklarımız?Çok kısa süre. Çünkü; yeniden bir oyuncak satılması gerekiyor, dahası sürekli satılması gerekiyor.Böylece etrafımızda canı sıkılan çocuklar görüyoruz. Büyükler bazen bunu bir türlü anlamıyorlar.Nasıl olur da, çocukların canı sıkılır?Her şeyleri var.Bütün olanaklara sahipler. İşte sahip oldukları olanaklar, durmadan tükettikleri oyuncaklar; hep, daha çoğunu istiyorlar.Tüketmekten başka bir istekleri yok. Bu bir yaşama biçimine dönüştüğünde; kişi tüketemediği zaman mutsuz olmaktadır.Tüketim dışında bir amacı kalmadığı için de sıkılıyor.
Bütün bu olumsuz koşullara, iç karartıcı sürece karşın; kendi özgürlüklerimizi savunarak, kendimize, çocuklarımıza, çevremize; yaşamımızı sıkıcılıktan, tüketim toplumunun tekdüzeliğinden kurtaracak alternatif anlar, etkinlikler; yaratıcılığımızı açığa çıkartacak hobiler, uğraşlar edinmeliyiz. Özellikle çocuklarımızın tüketim toplumu ve sanal dünyaya teslim olmamaları için; onların yaşama, oyun oynama, yeni arkadaşlar edinmelerine, yeni insanlar tanımalarına olanak hazırlamak, bu konuda onları özendirmek, cesaretlendirmek çok önemlidir.
KAYNAKÇA:
1. George Orwell, 1984, Can Yayınları.
2. WalterBenjamin, Tek Yön, Yapı Kredi Yayınları.
ASIL SAHİBİ
Mehmet ÇOBAN
Psikolojik Danışman